Aslında biz o süreci doğru düzgün yönetemedik. Örgüt olarak zayıf kaldık o dönemde. Sürecin daha geniş ele alınması gerekiyordu. Gizlilik adı altında Başkan'ın durumu dar bir grupla sınırlı kaldı. Avrupa yönetiminden birkaç kişi... Onlar da yetersizdi. Başkan yanlış bilgilendirildi
Zübeyir Aydar, Kürt Özgürlük Hareketi’nin en önemli
kurumlaşmalarından, çatılarından biri olan KCK’nin Yürütme Konseyi Üyesi. İnsan
Hakları Derneği Siirt Şube Başkanlığı ve Sosyal Demokrat Halk Partisi İl
Başkanlığı gibi görevler ardından 1991 yılında SHP milletvekili olan, aynı yıl
Demokratik Emek Partisi’ne geçen vekiller arasında yer alan Aydar, DEP’li
milletvekillerinin tutuklanması ardından ise ülkeyi terk ederek yurtdışına
çıktı. O tarihten beri ağırlıkla Avrupa’da kalıyor, siyaset yapıyor. Sıklıkla
Türkiye kaynaklı örgütlenmelerin “ölüm listelerinde” de adı geçiyor.
Aydar, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la da uzun yıllardır
tanışıyor. Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da uluslararası bir komplo ile Türkiye’ye
teslim edilmesinin yıldönümü vesilesiyle bir araya gelip hem tanıklığını hem de
tarihsel ve güncel değerlendirmelerini konuştuk.
Öncelikle, siz Kürt Halk Önderi Öcalan’la ilk ne zaman,
nasıl tanıştınız, temas kurdunuz?
İlk temasım, 1989 sonlarında, telefonla oldu.
Siz o sırada ne yapıyordunuz?
Siirt’te avukattım ama sürgün olmuştum. Yani Olağanüstü Hal
bölgesinin dışına beni göndermişlerdi.
O günlerde kurduğumuz o temas, hep devam etti. Telefon
teması, ta İtalya’ya gelmesine kadar devam etti. İçeri düşünceye kadar...
Ne hakkında sizinle temas kuruyordu?
Genel politik faaliyetlerle ilgili...
Peki ilk karşılaşma?
1994’te, Şam’da. Milletvekilliğimiz düşürülmüştü, diğer
arkadaşlar içeri alınmıştı, bizi de alacaklardı ama biz yurtdışına çıktık.
Tutuklanmamak için... Ondan sonra da Ağustos başında Suriye’ye bir seyahatimiz
oldu; oradan da Rojava’ya. İlk görüşme orada oldu.
İlk görüşmede şöyle bir şey vardı: 1991’de bir konu vardı,
Kuzey’deki faaliyetlerle ilgili. Ben olumsuz görüş bildirmiştim. İlk olarak
telefon üzerinden görüşmüştük, bir tartışmamız olmuştu. Bana demişti, “Sen
siyaseti siyah beyaz düşünüyorsun.”
Konu özel mi, paylaşamaz mısınız?
Şu anda onu söylemek istemiyorum. Ama bana öyle demişti
işte. “Her zaman siyah beyaz olmaz, çoğu zaman gridir” diyordu.
Başka bir görüşmemizde, o tartışmanın üzerinden tam 3 yıl
geçmişti, biz akşamüstü yanına gittik, karanlıktı. Arkadaşlar bizi
havaalanından aldılar. 6 kişilik bir gruptuk. Okul olan bölüme gittik. Başkan
da oradaydı. Bizi karşıladı. Merhabalaşırken hemen, “Başardık mı, başarmadık
mı” dedi. O tartışmamızı halen de unutmamıştı. İlk söylediği söz o oldu. Dedim,
“Evet, başardık.”
İlk görüşmeden başka hatırınızda kalan bir şey var mı?
Mesela ilk izleniminiz ne olmuştu?
Tabii ki telefonda da genel olarak faaliyetler konusunda
bilgi alışverişi yapıyorduk. Yüz yüze görüşme ise farklıydı. 94’te iki hafta
kadar görüştük. Sonra 95’te yine yazın bir grupla gitmiştik yanına, iki hafta
kadar kaldık. O aralar tabii zaman zaman telefon görüşmeleri de oluyordu. 96’da
iki ay kadar bir süre Şam’da kalmıştım, onun bulunduğu sahada ve hep
görüşüyorduk. O Avrupa’ya gelince de telefonla görüştük. Aslında
randevulaşmıştık, tam gidecektim, bazı şeyler oldu, geciktik ve neticede
gidemedik.
94’te biz oradayken arkadaşlara ders veriyordu. Derslerinde
biz de orada oturuyorduk, dinliyorduk kendisini. Bazen arkadaşlara ilişkin
değerlendirmeler yapıyordu. Daha önce okumuştum da orada da görme şansım oldu.
Diyordu, “Bazı arkadaşlarımız gerillada ama yine de feodal yaklaşıyorlar. Tam
eski Kürt kafasıyla... Bir taşın ardına girer, son mermisine kadar çatışır,
bilir ki düşman çoktur, sayısı fazladır, vurulacağını da biliyor, normal olarak
oradan kendini kurtarabilir, gerilla normalde öyle yerde öyle bir çatışmaya
girmez, onunki vurkaç taktiğidir, ama bizimkilerin bazıları böyle feodalca
savaşıyor.”
O zaman bir örnek vermiştim. Tabii ki Kürt aşiret kültüründe
çatışmadan kaçmak, zayıf da olsan, ne olursan ol, ayıptır; kaçmaman lazım. Bir
türküsü de var, Emê Gozê üzerine söylenir.
Emê Gozê kim?
Beşiri bölgesinde Alîkan aşireti var, onlara mensup. Bir de
Pencinarî aşiretinin oğluyla bir çatışması var, aşiretsel çatışmaları da var.
Emê Gozê onlar, iki kişiler, zayıf yakalanıyorlar, diğerleri fazladır. Fakat
buna rağmen kendisine bir “kozik” (kendi etrafını taşlarla çevirerek yapılan
mevzi) yapıyor, ortasına da bir kazık çakıyor ve bir zincirle kendi ayağını
oraya bağlayıp kilitliyor. Anahtarı da aşağıdaki dereye atıyor. Yani “Kaçamam”
diyor, kaçmanın önünü tamamen kapatıyor. Ölünceye kadar da çatışıyor.
Bu hikâyeyi mi örnek verdiniz?
Başkan’a bu hikâyeyi anlattım. “Tam” dedi, “işte birçok
arkadaşımızın düştüğü durum budur.”
Ondan sonra da hep sırası geldiğinde bana dönüp, “O neydi,
ismi neydi onun” diyordu ve o hikâyeyi örnek veriyordu.
Sonraki görüşmelerinizden aklınızda kalan hatıralar var
mı?
Bir de 1996’da iki ay kadar kaldım. O süre içinde okudum
daha çok. Başkan’ın bir kısım eserlerini de okudum. Sordu, “Nasıl buldun?”
Dedim, “Ben kıyaslama yapıyorum birçok kişiyle. O yaşta, tespitleri yaptığınız
yıllarda, gerçekten müthiş tespitler.” Dedi, “Yalnız o mu?” Dedim, “Yalnız o
değil. Birçok kişi tespit edebilir ama bunu pratikleştirmek, örgüt yaşamına
dökmek...” Başkan, “Hah,” dedi, “esası orada.”
Bir de bazı çözümlemelerini okumuştum, tanık olmuştum, sorun
çözme kabiliyeti çok fazla. Kendisi Şam’da, gerilla çoğunlukla Güney
Kürdistan’da, Zagroslar’da, dağda... Mesela bir ara komuta kademesinde iki
arkadaşın karşı karşıya gelmesi durumu vardı. Yani sorunlar bayağı büyümüş.
Epey bir süre, ikisiyle de telefon görüşmeleri yaparak sorunu hallettiğini ve
normal seyrine koyduğunu gördüm. İnsan şaşırıyor. Gerçekten çözüm gücü
yüksekti.
Bir de tabii ki öngörüsü... Bir olayı hemen kavrama biçimi
ve derinlemesine izahı vardı. Hemen kavrıyordu, izah ediyordu. Bu da çok
önemliydi.
Peki, daha sonra Uluslararası Komplo’nun başlangıcından
bitimine kadarki süreçte siz nerdeydiniz? O günleri nasıl yaşadınız?
Buradaydık, Avrupa’daydık. İtalya’ya ilk geldiğinde biz de
gittik ama o dönemde kimseyle görüşmüyordu.
Aslında biz o süreci doğru düzgün yönetemedik. Örgüt olarak
zayıf kaldık o dönemde. Biraz da o dönemin hatası şuydu: Aslında sürecin daha
geniş ele alınması gerekiyordu. Gizlilik adı altında Başkan’ın durumu dar bir
grupla sınırlı kaldı. Avrupa yönetiminden birkaç kişi... Onlar da yetersizdi.
Başkan yanlış bilgilendirildi.
Bizde şöyle bir zaaf var: Kendisini dost olarak tanıtan
yabancılara çok fazla güveniyoruz. Bu da bizi oraya götürdü.
Başkan da Komplo’ya ilişkin tespitinde, “Sahte dostluk ve
yetmez yoldaşlık nedeniyle buradayım” diyor. “İnandım da” diyor.
Yoldaşlar yetersizdi, dostlar sahteydi. Gerçekten o süreçte
böyle...
Bu, bir ulusal şekillenmedir herhalde. Çünkü biz birine dost
olduğumuzda her şeyimizi ortaya koyarız, ihanet etmeyiz. Dostluğu öyle biliriz.
Bizim kültürümüzde, geleneğimizde böyledir. O yüzden biri bize dost
göründüğünde de biz öyle yaklaşırız. Fakat devletlerin hesaplarını, devletlerin
aşiret olmadığını, görüştüklerimizin tek tek kişiler olmadığını, devletler
arası iktidar hesaplarının, çıkarların farklı işleyebileceğini çok geç kavrıyoruz.
O dönemde de bu hataya geldik.
Şimdi buyur mesela: Ben de Yunanistan’da kaldım, 1997
yılında. Benim Yunanistan’da kaldığım dönemde Yunan Parlamentosu -sayısı
sanırım toplam 350’dir- 202 parlamenterle Başkan Apo’yu Yunanistan’a davet
etti. 202 imza var altında! Verdikleri resepsiyona da katıldım. Suriye’den
çıkma durumu söz konusu olduğunda ise Yunanlılar, yani o dost olanlar ne yaptı?
Başkan defalarca soruyor, “Gelebilir miyim?” Defalarca Başkan’a, “Her şey
tamamdır, gelebilirsin” diyorlar. Geldi ama içeri alınmadı.
Bir de İtalya’dan çıkış... Normalde aslında Suriye’den
çıktıktan sonra komplocu güçlerin çemberine girilmişti. Onu yerinden
çıkardılar. Bu tür sözler olmasaydı, normalde Başkan ülkeye, arkadaşlarının
yanına gidecekti. Diğer arkadaşlar gibi de savunmada olurdu, sorun olmazdı.
Büyük savaş olurdu ama güvenliği sağlanırdı.
Başkan, “Burada belki uluslararası bir çözüm bulabilirim”
kaygısıyla geldi. Fakat burada esasen bizi ve Başkan’ı ikna etme rolü,
Yunanlara verilmişti. Yunan hükümeti, bize özgürlük tarihimizin en büyük
darbesini vurdu. İhanetle... O duyguların izahı mümkün değil.
İtalya’ya geliş ise hesap dışıydı. O, çemberin dışına
çıkmaydı. Fakat sonra da Rus istihbaratının devreye girmesi ve oradaki
sorumlunun da eksikliğiyle durum değişti. İtalya’da sıkıştırdılar ve Rusya da
“Alan açacağız” dedi. O şekilde bir gidiş ve sonrası bilinen şeyler...
Bütün bunlar, o sahte dostluğu açıklıyor.
O süreçte tabii aslında örgüt bütün olarak haberdar değildi.
Herkes haberdar değildi, dar bir grup biliyordu. Başkan’ın Kenya’ya gittiğini
de son akşam öğrendik. Biz epey bir grup arkadaş, merkez sorumlusu arkadaşlar,
o gün tesadüfen Brüksel’de bir aradaydık. Dilan arayıp, “Başkan’ı aldılar
bizden, ne oluyor” dediğinde yorumlar yaptık. Ne olacak artık?
Neydi ilk yorumlar?
Birçok arkadaş, “Amerikalılar aldı, bir yerde yargılamak
istiyorlar” diyordu. Ben o zaman, “Ankara’yı düşünün” dedim. Bende ilk çakılan
fikir buydu: Daha kötüsünü düşünün. Kimse o yükü almak istemez, bana mantıklı
gelmiyor. Alan, teslim etmek için almıştır. Sabahleyin de o çıktı. O gece zaten
kimse uyumamıştı.
Peki Öcalan, “yetmez yoldaşlık” derken neyi kast
ediyordu? Ne yapılabilirdi de yapılamadı?
İtalya’ya çıkış önemliydi, büyük bir kazanımdı ve oradan
çıkılmayacaktı. Bir sürü dost da çıkmaması gerektiğini söyledi. Başkan oradan
çıkmayacaktı. Kimsenin bir şey yapacağı yoktu. İtalya mahkemeleri ve o dönemki
İtalya hükümeti kötü niyetli değildi. Bazı girişimler de yaptık, diğerlerinin
hepsi yalnız bıraktı.
Bizim birinci hatamız, Suriye’den çıkınca Başkan’ın
Yunanistan’a gelmesiydi. Ama o hata atlatılmıştı artık. İtalya’dan çıktıktan
sonra ise artık bir daha komplocu güçlerin çemberinden çıkamadı. İtalya’da
kontrol dışıydı; çünkü artık resmiydi ve mahkeme aşamasındaydı.
Yunanistan’a gelişinde de hükümetin verdiği sözlere
güvenilmeseydi ve Başkan açıkça “Ben buradayım” deseydi, Yunan kamuoyu sahip
çıkardı. Hiçbir hükümet, buna karşı koyamazdı. Ben Yunan kamuoyunu da
biliyorum. Hükümet o durumda “Alayım, şuraya vereyim” diyemezdi. Yunanlılar
kendileri bunun yükünü kaldıramasa bile Avrupa Birliği’ne çağrı yaparlardı,
“Bize sahip çıkın” derlerdi. Veya “Başka yerde olsun” gibi, mesela “İtalya’ya
gelsin” gibi bir sonuca varılırdı.
Bizim en büyük yanılgımız, Yunanlıların o sözlerine güvenmek
ve bir de tabii Rus istihbaratına aldanmaktı.
Yunan subayı Savvas Kalenderidis zaten sonra bir kitap
yazdı. Türkçesi de çıktı, okudum. Onun da tespiti şöyledir: Lider Öcalan, insan
Öcalan’a yenildi. Aynen şunu söylüyor: “Dostlarını kırmak istemiyordu, hissî
olarak düşündüğü zamanlarda da yanlış yapıyordu. Ama lider olarak düşündüğü
zaman doğru düşünüyordu.” Onun için de işte, “Lider Öcalan, insan Öcalan’a
yenildi” diyor.
Bizim o konuda işte, hatalarımız oldu. Başkan İtalya’dan
çıkmasaydı, bugün farklı şeyler olurdu.
Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nin tarihinde o günler, en
büyük darbedir, en büyük komplodur. Biz “Uluslararası Komplo” derken bunu
söylüyoruz. Gerçekten de uluslararasıdır. Amerikalıların başında olup organize
ettiği, bir sürü gücün dahil olduğu ve amacın da Başkan’ın şahsında özgürlük
mücadelesini yok etmek olduğu...
Peki niyetlerinde sonuç aldılar mı?
Hayır. Bütün bunlara rağmen Komplo’yu en fazla boşa çıkaran
Başkan Apo’dur. Hareketimiz kaskatı bir durumdaydı. Her şeyi “öl-öldür”
temelinde ele alan bir duruma gidiyordu. Hiçbir biçimde başka bir olay yoktu.
Başkan’ın sabırlı müdahalesiyle, duruşuyla ve düşünsel üretimiyle harekette bu
kadar değişim yaşandı, gelişim yaşandı.
Mesela Başkan alındıktan sonra bir sürü strateji uzmanının
harekete biçtiği ömür 6 aydı. Onlar, “Hareket kaskatı kesilecek; öl-öldür
mantığında, kontrolsüzlükte boğulacak; devletin gücü daha fazladır ve kısa
sürede söndürür” diyordu. Başkan ise çok bilinçli bir hamleyle, bir tavırla, bu
süreci tersine çevirdi. Tabii bunu birçok kişi anlamak istemedi ya da anlamadı.
Şuna yorumladılar: İşte oradadır, düşmanın elindedir, şahsını kurtarmaya
çalışıyor. Bizim içimizden kaçanlar, böyle yorumladı. Tabii düşman da buna
zemin hazırlıyordu.
O dönemin psikolojik savaşı, yani o 1999-2004 yıllarındaki psikolojik
saldırı ve savaş, inanın bugünkü bombardımandan 10 kat daha etkiliydi. Bunlar
hiçbir şey değil onun yanında. Hareket’in ufak bir yanlışı, her şeyi
götürebilirdi. Hareket’in duruşu, yani şu an yönetimde bulunan bilinen
arkadaşların duruşu, saygın bir duruştu. Başkan’ı tanıyorlardı, psikolojik
savaşın etkisine kapılmadılar ve bu tutum Hareket’i kurtardı. Düşmanın hesabı,
Başkan’ın değişim yönündeki çabalarını tersine çevirmekti. Sanki teslim oluyor,
kendini kurtarmaya çabalıyor gibi... Arkadaşların doğru tespit yaparak Başkan’a
uyması, Hareket’i kurtardı. Çok önemliydi. Orada bir yanlış bizi bitirebilirdi,
birliği dağıtabilirdi.
Bu anlamda bütün zorluklarına rağmen Komplo amacına
ulaşamadı. Amaç bitirmeydi, tasfiyeydi, yok etmeydi. Boşa çıkarıldı. Bunda da
Başkan’ın güçlü önderliği var. Bu Hareket’in en önemli başarısı, Başkan’ına
sahip çıkmasıydı. Dostlar, dost görünenler veya başkaları... Herkes,
“Başkan’ınız gitti, artık onu ölü bilin, kendinize yenisini seçin” diyordu.
Hareket buna kanmadı. O gün öyle söyleyenler, şimdi “Siz doğru yaptınız”
diyorlar.
Gerçekten çok zorlu bir süreçti. Bu hareketin en zorlu
süreci, 1999-2004 arasıdır. 1 Haziran Hamlesi’nden sonra artık giderek durumlar
değişti. O hamleyle birlikte kafalardaki çelişkiler giderildi, kitlede
Başkan’ı, Hareket’i sahiplenme her yönüyle daha fazla oldu ve bu duruma geldi.
1 Haziran 2004, bir nevî ikinci bir 15 Ağustos Hamlesi oldu. Bunda da tabii ki,
Başkan’ın ve Hareket’in birlikte aldığı karar etkili oldu.
Peki bugüne doğru gelirsek... Kardeşinin görüşmesinin hemen
öncesinde Öcalan’ın hayatından endişe ettiğinizi söylemiştiniz. Mehmet
Öcalan’ın görüşmesinden bu yana yine haber alınamıyor. Endişeleriniz devam
ediyor mu?
Devam ediyor tabii. Yani şu anda yeni aldığımız bir bilgi
falan yok.
Karşımızdaki güç, gerçekten tehlikeli bir güç. Tayyip
Erdoğan, AKP, MHP, Ergenekoncular... Hepsi ittifak halinde. Başkan dahil bu
hareketin bütün fertleri hedeftir. Eğer bugüne kadar devlet, Başkan’a farklı
bir şey yapmamışsa, dışarıda halkın örgütlü mücadelesinden dolayıdır. Başkan
yalnız değildir.
Geçmiş isyanlara bakalım... Osmanlı döneminde ele geçen
liderler teslim alınıp sürgüne gönderilirdi. Cumhuriyet döneminde ise kısa
sürede idam edilip mezarı dahi bilinmeyecek şekilde bir yere atıldı. Mesela
işte Şêx Saîd’in mezarını bilmiyoruz. Şêx Saîd ve arkadaşları 25 Nisan’da
tutuklanmışlar, 29 Haziran’da idam edilmişler. Seyîd Riza keza öyle. 13
Eylül’dür tutuklanması, 15 Kasım’da da idamdır ve onun da mezarı yoktur.
Devletin bu politikası aynen devam ediyor. Başkan Apo için de planladılar.
Başkan’ın idam kararını 29 Haziran’a denk getirdiler; yani Şêx Saîd’in asıldığı
güne... Biz o günün ne anlamda geldiğini biliyoruz. 28 Haziran değil, 30
Haziran değil veya başka bir gün değil; özellikle o güne denk getirdiler. Bu
anlamda niyet aynıydı.
Avrupa Parlamentosu’nda yaptığım konuşma, halkımıza yönelik
Başkan’ı sahiplenme, her alanda ayağa kalkma çağrısıydı. Yani bu devlet, şunu
bilmeli: Bu Hareket, geçmiş Kürt isyanlarıyla kıyaslanabilecek bir hareket
değil. Şêx Saîd ve arkadaşları yakalandığında dışarıda onlara sahip çıkacak bir
örgütlenme kalmamıştı, bastırılmıştı. Seyîd Riza ve arkadaşları alınıp idam
edildiğinde de dışarıda sahiplenecek kimse yoktu. Diğerlerinde hakeza öyle. Fakat
tam 18 yıldır Başkan Apo esirdir ve 18 yıldır da Hareket onun yanındadır.
Hareket şu anda 18 yıl öncesinin katbekat üstünde güçlüdür de... Hem askeri hem
siyasi hem diplomatik her alanda kazanımları vardır. O dönemle kıyaslanamayacak
kadar güçlüdür ve bu önemlidir. Bundan dolayı da devlet sıkıntı yaşıyor. Yoksa
biz şunu gerçekten biliyoruz: Hareket’te en ufak bir zaafiyet yaşanırsa, devlet
kendini başarılı hissederse, yapamayacağı bir şey yok. Zaten habire nara
atıyorlar...
Nasıl yani?
Birkaç gündür susmuş o, soylu mu, soysuz mu, İçişleri
Bakanı. Hani diyor ya işte, “Mart’a kadar kimse PKK’nin adını bile ağzına
alamayacak.” Şimdi göreceğiz, işte Mart’a kaç gün kaldı? Biz daha ne Mart’lar
yaşayacağız.
İçişleri Bakanı bunu neye güvenerek söylüyor? Herhangi bir
insan sanırım artık bunun gerçekleşebileceğini düşünemez çünkü...
Vallahi neye güvenerek söylediğini bilmiyorum. Kendisi bir
sergerde, aslında ne konuştuğunun belki çoğu zaman farkında bile değil. Sokak
kabadayıları gibi hani atarlar ya, oldu oldu, olmadı olmadı. Karşımızdaki güç
bunlardır.
Şu anda karşımızdaki hükümet, evet bir buçuk yıldır çok
vahşi bir saldırı yürütüyor, içeride ve dışarıda. Fakat bu saldırıdan hiçbir
sonuç almadı. Kendilerine karşı büyük bir direniş ve büyük bir kahramanlık
gelişti. Gerçekten destansı bir direniş var. O şehirlerdeki bir grup gencin
destansı direnişi var. Bunu onlar da biliyor. Hareket’in bütün gücü olduğu gibi
yerinde duruyor, Hareket gelişiyor. Her tarafta gerilla var, her tarafta
örgütlülük var. Yani olabilir, siyasi partilere, milletvekillerine,
belediyelere saldırırsın. Bunlar zaten legal siyaset yapıyor, göz önündeler;
polisiye önlemler alabilir, tutuklayabilirler. Bunları kimse kendisi açısından
başarı olarak göremez.
Şu anda Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en zor durumunda
yaşıyor. Rojava konusundaki bütün politikası çöktü. Güya Esad düşecekti, Emevî
Camisi’nde toplu namaz kılmaya gideceklerdi; şimdi Esad’ın ayağına gidecekler.
Geçenlerde işte, Irak’a bu kadar atıp tutan adam, Başbakan’ını gönderdi
Bağdat’a. O Başbakan yarın öbür gün Şam’a da giderse hiç şaşırmayın, bu sürpriz
değil.
Bütün bunlar işte Kürtler karşısında, Hareket karşısında
uğradığı zaafiyetin sonucu. Farklı arayışlara girmek zorunda kalıyor. İran’a
gidiyor, Rusya’ya gidiyor... Bağırıyordu hani, “Uçağı ben düşürdüm” bilmem
ne... Gitti Putin’in ayağına... Aslında o, Kürt sorunundan dolayı bir
teslimiyetti.
Mavi Marmara’dan sonra İsrail’e saymadık laf bırakmadı,
şimdi “Bizim İsrail’e ihtiyacımız var” diyor. Ne ihtiyacı var? Kürtlerin
özgürlük mücadelesi karşısında yeni ittifaklar peşindedir.
Fakat bunların hiçbiri onları kurtaramaz. Gerçekten halkımız
şunu bilmeli: Bunlar, güçlü oldukları için bu kadar bir araya gelmiyorlar,
zayıflıklarından bir araya geliyorlar. Tayyip Erdoğan güçlü olsaydı, birbirlerine
bu kadar küfrettikten sonra Bahçeli’ye böyle sarılmazdı. Böyle sarmaş dolaş bir
araya geliyorsa, tabii bunlar sahte dostluklardır onu biliyoruz,
zayıflıklarından ileri geliyor. Hiç kimse bunlara inanmamalı. Kimsenin de
bunlardan korkacağı yok. Hareket, her şeyiyle ayaktadır; herkes de işinin
başındadır. Büyük bir mücadele yılına giriyoruz. 2017 büyük bir mücadele
yılıdır. Mutlaka kazanmak kararlılığındayız. Sloganımız, “Bi tolhildana
şoreşgerî, parça bike dagirkerî û azad bike Rêbertî.” Yani, devrimci intikam
hırsıyla sömürgeciliği parçalayacağız ve Önderliği özgürleştireceğiz.
Bu yıl bizim açımızdan her düzeyde bir mücadele yılıdır.
Birileri kendilerini silahlı olarak güçlü görebilir, bombalayabilir; ama bu
halk ülkesine, özgürlüğüne ve Önderliğine sahip çıkmaya kararlıdır. Bedelini de
ödemiştir ve geri kalanını da ödeyip kazanacaktır. Başka da seçenek yoktur.
Yeni Özgür Politika
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html-
http://kursam.net/index.html